18 Şubat 2011 Cuma

Benimle Uçmak İster Misin?

Yıllardır yazı yazmadıktan sonra, gecenin köründe aşka gelmemin sebebi nedir? Yarın sunumunu yapacağım kitabın mükemmel olmasının yanı sıra yaklaşık 3 saattir döndürüp döndürüp Yavuz Çetin dinlememin de etkisi var. Bu yazı ki haftalardır aklımda, sadece onla ilgili olsun, sadece yazmış olmak için yazayım, saygımı belirtmek adına mı, hayranlığımdan dolayı mı, dediklerini bu yaşımda kavrayamıyor da olsam, sırf böyle mükemmel bir insanın benim bulunduğum ülkeden, benim de nefes aldığım zamanlarda yaşamış olmasını kutlamak adına mı yazayım. Ah, benimkiler boş laf. Şarkıları anlatıyor onu, beni, herkesi ki bu işte fark diğerlerinden. 

"Kimse bilemez nasıl hissettiğimi
Kimse bilemez neler düşlediğimi"


Kimin aklından geçmiyor şu dizeler? Hele ki ben, ergenus, herkesten farklıyım olm ben, ben çok mükemmelim, kimsenin düşünemediğini düşünüyorum aslında. zaa. Sonuçta, düşünecek olursak, ki daha önceki yazılarda da söylemişimdir, kimse kimsenin hissettiklerini, yaşadıklarını yaşayamaz, çünkü insan tektir, beynini söküp almadıkça, karın ağrısı olsun, aşk acısı, farklıdır, özgündür. Yavuz Çetin'in yukarıdaki şarkısındaki "sen" faktörünü de bu kaotik ilişki pazarında yitireceğimizden, evet, kimse bilemez, bilemeyecektir.


Oysa, birine "Benimle Uçmak İster Misin?" diyebilmelidir insan. Herhalde sorulabilecek en mükemmel sorudur bu. Varlığını, koşulsuzca başkasına emanet etmek, her şeyi geride bırakabilmek, rüzgarı bekletebilme cesaretine sahip olmak, en savunmasız anını paylaşmak; bunlar değil midir zaten hayatta yaşanabileceklerin en güzeli? 


Ben nereden bilebilirim, topu topu 16 yıllık ömrüm boyunca yaşadıklarım ne? Ayrıca, etrafımda dahi birine bu soruyu soranı  görmedim, bırakın benim birine sorabilme ihtimalimi. Çünkü, topraktan ayrılamıyoruz, bizi bağlayan aile bağları, toplumun kuralları. Fakdısistim tadına kayan yazıyı ileride okuyunca gülerim belki, belki hala içimdeki küçük YavuzÇetin bu soruyu aramakta olur.

Uçmak ki herhalde 1984'ün aksine, özgürlüğün tanımıdır. Ne yönden bakılırsa bakılsın (ki being high bağlamında herhangi bir deneyimim olmadığından işin fiziksel yanını düşünmeli), bağların yoktur, yaşamayı fiilen hissedersin, idealde sorumluluk yoktur, dert yoktur, düşünce yoktur.



Düşünmeme özgürlüğümü istiyorum! Gelecek hakkında, yarın hakkında, yapacaklarım ve yaptıklarım hakkında, acılarım ve hatta sevinçlerim hakkında hiç bir fikrimin olmamasını, oldurmak zorunluluğumun da olmamasını istiyorum. (ehehe çok eğlendim)


Gerçekten, bu kadar planlandıktan sonra geleceğin ne heyecanı olabilir?


O zaman ne diyoruz, tabi biz demiyoruz Yavuz Baba diyor: (ki yazı amacından tamamen saptı, biz a Tribute to Yavuz Çetin beklerken, oldu Aida'nın Ergenlik Hezeyanları vol.9598498, oysa ben ağlamayı sevmem diyecektim, yaşamak istemem çaldım diyecektim peeeh)



"Benimle uçmak ister misin 
Bu gece
Yükseklerde olmaktan korkar mısın
Topraktan ayrılalım bir süre için
Dünya bir yere kaçmaz
Biz yüzerken göklerde
Gel benimle ol 
Unut bütün dertlerini
Rüzgar bizi bekler 
Daha fazla vakit kaybetmeyelim"



PS: Bu arada ne zaman bu şarkıyı dinlesem dışarı çıkmak istiyorum bu da enteresan bir etki tabi, ergenlikten olsa gerek, soğuk, ayışığı ve yavuz çetin.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Geleneksel Gerisayım Gününden Geriyekalan Gözlemler ve Gelecekvaadeden 2011 Gerçekleri

Evet, yeni yılın ilk günü aklıma gelen ilk şey blog oldu. Oldu mu? Hayır, çünkü sabahın on birinden beri ayaktayım zaten düşünecek vaktim boldu. Evet, hayatımın en kötü yılbaşını geçirmiş olabilitem çok yüksek. Düşünecek olursak, zaten 16 yaşındayım ve 6 yaşıma kadar olan yılbaşlarını hatırlayamıyorum. Tabi 6 yaşındayken de kopkop parti falan yapmıyorduk, aileme zorla Kral Tivi Ödül Töreni'ni izlettiğimi bilirim. ( O yılbaşı mıydı ya, ve evet aida anasının karnından iron maiden ya da ne biliyim o kimsenin bilmediği çok bohem gruplar dinleyerek doğmadı, İzel'in ödül alması bir zamanlar benim için bir şeyler ifade ediyordu!) Ne diyordum, kraltivi falan, yılbaşları kendimi bildim bileli bütün teyzeler ve o dönemdeki sevgilileri ya da nişanlıları ya da eşlerinin katılımıyla gerçekleşen bir family reunion tadında olur bizde. Artık hani onlar büyüdü, evlendiler ve çocukları oldu, kuzenler falan öyle. Neyse, sonuçta eğleniyorduk bir yerde. 6-12 yaş dönemini de çocukların salgıladığı anlamsız mutluluk hormonuyla geçiştiririrsek, ergen dönemimize gelmiş oluruz. E bu dönem zaten kafanın normalde de binbeşyüz olduğu bir dönem, bir de alışkın olmayan bünye alkol alınca serotonin üreten küçük hücreler kendilerinden geçercesine çalışiyor yani yine problem yok, kuzenler, teyzeler, oynanan oyunlar ve geri sayım, biz mutluyuz. Peki bu sene noldu? Ailecek yastayız gençler bilmeyenler için bkz. bir alttaki yazı. Aslında olması gereken bu mu, bu belki ama cidden toplumsal normları sorgulamak, baymak falan istemiyorum. Eskisi gibi serotonin patlaması yaşamak istiyorum ki uzun zamandır olmadı kanımca.  Böylece, alcohol-free, geçmiş günleri hd görüntülerle yad ederek, en güzeli  bir arada olarak geçirdik bu senenin son gününü ki bu sene öyle ahım şahım bir sene miydi, evet güzeldi lan, son çeyreği pek bir içaçıcı değil aslında ama neyse, yeni bir yılın başladı diyerek kendimi kandırmaya başladım bile.

Böylece tek cümlede anlatacağımı her zamanki gibi otuz cümlede anlattıktan sonra, başka bir konuya geçilebilir, yoo aslında geçilmeyedebilir, şimdi biraz toplumsal çıkarım yapma zamanı. Niahaha. Belki de kötü geçmesinin sebebi, hayatımda ilk kez, kendimi bu yılbaşı olayına falan kaptırmam da olabilir, hani süslemeler, hani olley hediyeler.

Bu sene artık uçayım ki uçacağım, bu sene artık kopayım ki kopacağım, evvet dostlarım görünen o ki 18 nisan'da aida arkadaşınız siz sefiller gibi ders dinlemek yerine alexi'yle beraber headbang yapıyor olacak. Yaşasın ergenlik, sevgi dolu baba ve ajitasyon üçlüsü! Yaşasın konseri doğumgünüm civarına getiren unirock organizatörleri! Yaşasın headbangerların kardeşliği! hobarey

Bu sene, geçmiş seneden farklı olarak, az hezeyanlı olsun, bloguma yazdıklarım daha bilgilendirici olsun, okurlarım olsun, vay be hatuna bak neler biliyo desinler. (  bir bok bildiğimin olmaması faktörünü gözardı ederek)

Bu sene mümkünse, az hasar alayım, çalışmalardan ve sınavdan. Bir sonraki sene  zaten ebemle münasebeti artacak öğrenci seçme ve yerleştirme merkezimizin, eğitim sistemimizin.

Ve okuldaki ağaca astığım kelebek şeklindeki kağıttan alıntı yapayım, stratım olsun, karavanım olsun, vb.vb. bu sene olmayacak şeyler yazmışım ki hep, neyse para olsun saadet olsun, en azından karavanımın tekerleklerini çıkarayım mesela.

Hayır, ne değişti şimdi bir gecede. Sabah kalkış suratsızlığım aynı, her gün yaptıklarım aynı, Yılmaz Özdil'in yazıları bile aynı amk. Ahahahha ayrıca 1 Ocak 2011 tarihli Yılmaz Özdil yazısını herkese tavsiye ederim, efsane lan! Ben de öyle yazcam ne o öyle uzun uzun.

1 Ocak 1994 bir bok olmadı.
9 Nisan 1994 aida doğdu.
1995
1996
1997
1998

1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
2011 hala bir bok olmuyor. . . (formatı tutturduk ama aynı tadı vermedi, bir de ben anca excelle yazdım lan bunu, oha blog yazısı için excel kullanıcağımı düşünmezdim (bir de üç nokta var o apayrı).)

Ne diyordum, aslında bisürü şey diyecektim, diyemedim, ama yazı çok uzadı, bir özet geçme isteği doğdu, neyse başka yazıya, 2011'i ileride güzel hatırlayalım bu da yılbaşı mesajım olsun mesela.

14 Aralık 2010 Salı

OnüçAralıkİkibinon

Ben hayatımda hiç cenazeye gitmemiştim. En son bu derece bir yakınım öldüğünde çok küçüktüm, zaten cenazeler benim için, toplumun showbiz ajitasyonundan başka bişey değildi. Evet, anlamsız geliyordu, adam öldü lan, nedir bu kendinizden geçmeleriniz, yarış mı var ortada, en çok ben seviyorum öleni diye?  Ağlayan kadınlara acırdım, ikide bir merhumun yanına gidip dövünenlere. Bağırmak isterdim, orda kimse yok, o da biraz sonra kan dolaşımı durduğundan çürümeye başlıycak, o adam da senin kadar bir tesadüfün ürünü. Gitmezdim mümkün mertebe cenaze evlerine, ertesi gün yapılan dedikodulardan iğrenerek "Merhumun ailesi de şöyleymiş, şu kadar borcu varmış, şu namazda saf tutmamış, şuna yemek veren olmamış."
Ben bugün hayatımda ilk defa cenazeye gittim, ben bugün hayatımda ilk defa "dostlar sağolsun" dedim, ben bugün hayatımda ilk defa ağlayıp dövünen kadınlara kızmadım, onları teselli ettim, ben bugün hayatımda ilk defa en sevdiklerimi bu kadar perişan gördüm, perişan oldum. Küçükken bana dev gibi gelen adamlarla yanyana ağladım ve o devlerin ne kadar kırılgan olduklarını gördüm. İnanmadığım dinde dualar ettim, inanmak istedim, orada yatanın bir bedenden fazlası olmasını istedim, bizi görsün, ya da en azından olsun istedim.
Çünkü zor. Alışkanlıklarımız vardır, her sabah o gözlük aynı yerde olsun isteriz, dahi anlamına gelen de hep ayrı yazılsın isteriz, her perşembe uykusuz, her pazartesi dexter çıksın isteriz. Bunlar ki yokluğu farkedilir, bir insanın yokluğunu düşün! Doğumdan itibaren değişmeyen gerçekler değişiyor, küçükken kafamın karıştığını hatırlıyorum, benim kaç tane dedem var anne? Asıl şimdi,bundan sonra yaşayacaklarımı düşünüyorum, hayır her bayram orada oturan orada yok, hayır her gece sen ineklerken gelip, bu kız niye hiç uyumuyo diyen yok.

Küçükken, hastalanmaktan nefret ederdim. Çünkü ne zaman hastalansam, karnın mı ağrıyo kızım, miden mi bulanıyo diye sorarlardı. İnatla sorardım, karın ağrısı nasıl olur, karın ağrısı nedir? Çünkü benim o an yaşadığımı, hissettiklerimi onlar bilemezlerdi, ben de ağrının ne olduğunu bilemezdim. Ağrı, sadece bir kelime, neyi tanımlar, acı değildir, ağrıyı nasıl tanımlar ki insan? Ben annemin acısını nasıl hissedebilirim, nasıl aynı ağrıya sahip olabiliriz?
Kişi ne kadar dilde usta olursa olsun, duygularını anlatsın, yazsın, başka birine hissettiklerini anlatamaz, çünkü kişi tektir, birbirinin zihnini okuyamadıkça, duygular ancak benzer olabilir. Her ne kadar dövünenleri bir nebze anlasam da yine de dipte kişilik bozukluklarının ve ilgiye olan ihtiyacın varlığına inanıyorum. Dediğim gibi sen ne kadar yırtınırsan yırtın, o acı, senin acın sana ait, sen tanımlarsın, başka kimse anlamaz.
Ben, yalnız kalıncaya dek kandırıldım. Bir bütünün içinde, hepimiz acı içinde, kayıp gidenin yokluğunu, ona olan özlemimizi dile getirerek doldurduğumuzu sandık, acımızı tekrar tekrar kanattık. Oysa benim ağrım vardı. Benim ağrım var.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Soon You Are Unconstrained!

Soundtrack: Vodka-Korpiklaani (eheheh yoksa aida niye yazı yazsın haftaiçi haftaiçi)

Bir aida klasiği olarak, yine çalışmak yerine buradayım. Oysa bir aydır ders dinlemediğimin yeni farkına varmışken, çalışmak tek çözüm değil de nedir? Ya da çözümü var mıdır? Görücez. Ya o değil de, baktım şöyle bi 5-6 yazıdır hardcore ergen gidiyorum ne ayaktır, neden bu kadar kendimle çelişiyorum bilemedim.

Kişinin en aktif olması gereken yaşta, hayatı izlemek zorunda bırakılması, modern toplumun bireye karşı zorbalığından başka bir şey değildir bence ve inanırsak olur bence. Ne diyordum, ben 50 yaşımda dünyayı dolaşmak istemiyorum arkadaşım, ben 20 yaşımda dolaşmak 50 yaşımda Finlandiya'da göl kenarı stüdyo-malikanemi almak, kapatmalarımla huzurlu bi hayat yaşamak istiyorum. E ama 24 yaşına kadar okuyosun zaten?
Skype hezeyanlarımdan örnek vermek gerekirse, bulabildiğim ilk araçla kuzey illerimizden birine atıp kendimi unutana kadar içmek istiyorum, tanımadığım sokaklarda, evlerde, tanımadığım elemanlarla uyanmak istiyorum. Tamamen self destructive bi hayat yaşamak istiyorum, gerekirse sokakta donarak ölmek, gerekirse kafam iyiyken motorsikletle kuzey buz denizine uçmak istiyorum. Sonuçta, ölmesem bile yaşamım boyunca aklımda kalacak, aklımdan çıkmayacak tek anım bu olacak, neden ölmeyeyim ki gereksiz olsa bile? Saçmaladığımın da farkındayım ama etrafımdaki herkes, geleceği için çalışırken, telaşlanırken, gününün kaçıp gittiğine yanan sadece ben miyim?
Gerçekten, o diploma, o ünvan benim işime yaracak mı? Kendi küçük evrenimi kurmak istemiyorum, kendimi kandırmak istemiyorum, hatırladığım tek hayat bu olacak, neden kişisel zevklerimi önemsemeden diğerlerininkini tatmin edeyim?
Uçmak istiyorum, ( yine both literally & figuratively) tamam bu sene olmasın, gelecek sene de olmasın, tamam lan, 4 sene sonra olsun ama olsun! Yaşlanınca, geriye paradan başka şeyler de bırakmak istiyorum, mümkünse seyahatnameler, national geographic best author award, dünyanın en muhteşem insanı ödülü  vb. olsun.

[Zaten yaşlanıyorum, ruhumda varmış yaşlılık, bunu farkettiren ib programına ve türk eğitim sistemine teşekkürlerimi sunarım(!).
Beni yaşlandıranlar demişken, Helal Koç, nedir ya? Jehan Barbur nam melaikeden gelsin yoluma çıkma ya, beni mütemadiyen şişko sivilceli bıyıklı maskülen asena gibi hissettiriyosun dostum! Nerde kelebekler?! İçindeki femineniteyi( bu nedir ya ne diyosun) gözüne kestirdiği masum gençle ortaya çıkarmaya çalışan, karşı taraf da yukarıdaki mükemmel özellikler yüzünden haklı olarak uzak durunca, onu "odun" olarak yaftalayan arabesk tipik genç kız olmak istemiyorum ben. Zaten yazıları baştan okuyanlar fark edeceklerdir ki, olmak istediğim her şey oldum, neyse ya kendi evolutionımı izleyebiliyorum bu da bir şey. ]

Köşeli parantez dahilindekiler eski yazıdan alıntıdır, evet, aida tembelin önde gidenidir başını beğendiği yazıya devam yazmıştır sadece. hıhı evet.

Son olarak:
VODKAAAAAAAĞ! 


4 Aralık 2010 Cumartesi

Sadece Girişi Olan Yazı

Aida'nın odası, nadasa bırakılmış tarladaki fare deliği gibidir, yerleşik olduğu kadar göçebe, dar olduğu kadar dolu. Bir ucundan baktın mı, diğer ucundaki kitap yığınlarını görürsün, yapılmamış ödevleri, sınav öncesi fotokopilerini. Kapanmayan çekmeceler vardır o odada ve masanın bozulmuş kızağı. Her an üstüne bir şey düşecekmiş gibi olur... düşmez. Fantastik filmlerdeki hayaletlere benzer, korkutur ama zarar veremez. Sarıdır bu oda, 9.sınıf hocalarımızın bastıra bastıra ezberlettiği, hastalık sarısı. Woolf bile kabul etmez ki burası herhangi birine "ait" olsun. Yoktur çünkü kişiliği, aida'ya ait değildir, tembellikten olsa gerek, kimbilir otuz sene önce çilekten alındığı gibi durur mobilyaları. Belki, aida'dan başka otuzbin kişide de vardır aynı masa, yatak, ve evet belki de makineleşmedir kişiliksizleştirilmeye neden olan. Evet, aida'nın odasının kişiliği yoktur ama yüzü vardır, birden fazla. Aida'ya göre şekillenir, onu taklit eder, ki genellikle yıpratır, aida'dan aldığını geri vermediği için.

Ve evet, aida ergenleşmektense, adını duyduğunda titremesi gereken adamları taklit etmeye karar vermiştir  düşüncelerini anlatmak için. Kafka'dan sonra Yaşar Kemal denemesi Elif Şafak'la sonuçlanınca aslında odasının uzun betimlemelere gereksinim duyulmadan da kişinin ruh halini yansıttığını fark etmiştir. Zaten aida, bir önceki taklitte de belirtildiği gibi karmaşık bir karakter değildir, bu nedenle uzam da dolaylı yoldan sığ ve anlamsızdır. 

Aida'nın odası, fare deliğidir, aida ise muhteşem ornitorenklikten fareliğe düşmüştür. Sebepleri vardır, ne zaman  kendine ait bir şey yaratmaya çalışsa çalınmaktadır, yok edilmektedir, hor görülmektedir. Varolduğunu sandığı kişiliği, sıradanlaştırılmaktadır, Aida kişiliksizleştirilmektedir. Hayır dostlarım, bu bir ergenin ketçapla intihar öncesi serzenişleri değildir, irdelenirse, sadece edebi taklit amaçlı yazıldığı fark edilecektir. Kullanılan dildeki Elif Şafak'lık yazarı da deli etmektedir  mamafih yazarın pişmanlığını dile getireceği başka bir platformun olmaması, siz okurları, Kafka'ya da,Elif Şafak'a da,  bilinmeyen kelimeler kullanmayı seven entele de, liseli ergene de katlanmaya mahkum eder.
Ayrıca, katlanamayacaksanız okumayın arkadaşım. Nereden çıktı ki, fikirlerini başkalarıyla paylaşma aşkı? Pişmanım evet, kendimi kendi kararlarını veremeyecek kadar güçsüz hissedip otuz senedir, başkalarının kararlarını onayladığımı sanarken, benden güçsüzlerin, acizlerin varlığına dayandığım için. 

Hitler'e hak vereceğimi Bruce kendisi gelip söylese inanmazdım. 

PS:  Bu kadar kasıntı bi girişten sonra başka bir şey yazasım gelmedi, bırakalım kasvetli kalsın.


15 Kasım 2010 Pazartesi

I Found the Cat! (Figuratively or Literally?)

Evet, deney raporlarım bitti demişim güzel güzel, aman hayat ne güzel. Bok biter o raporlar, bu yazıyı bir rapor bittiğinde tekrar oku bak sana söylüyorum bitmeyecek,sen tükeneceksin gene bitmeyecek. Hah, hayır bu yazı güzel olacak dostlarım, iyimser olacak, internet üzerinden ödev yapmak için babamın telefonunu zaptederek bloga yazı yazmak içimi acıtsa da Eskişehir'deyim lan, mutluyum huzurluyum. Yalnız, dedemlerin klavye tıkırtısını bile tüm evde duyabileceğiniz aşırı huzurlu evinde fenalık geçirmeden atlatsam şu haftayı, daha da mutlu olabilirim mesela ben. Ah, şu an, sabah değil tam bu sırada adalar'da bi cafede porsuk'a nazır yazıyor olmak vardı bunları, ya da yazamayacak durumda olmak vardı. Amma ve lakin her iyiliğin içinde bokluk var mottosunu kafama dank ettiren hastalık, ilaçlar, yarın sabah  7 çeyrekte yolda olma durumunun verdiği telaş, yazmak gereken sınavların ödevlerin raporların, çözmek gereken soruların yarattığı tedirginlik hissi(oha ya cümleyi ben bile anlamadım yazsana kısa kısa derdin ne senin?!), alıkoyuyor beni adalarımdan. Ayrıca sabahtan beri it gibi arşınlamaktayım doktorları adaları ki özlemişim ya. Cidden güzel memleket, yaşanacak memleket ya burası. Kitapçımı özlemişim gümüşçümü özlemişim zartımı özlemişim ay pek duygusal oldu başka özlediğim bişi de kalmamış zaten 4.5 liraya 3 kişi yemek yedik nasıl oldu biz de anlamadık acaba kedi mi yedik yok ya kuş da olabilir at da olabilir aman neyse topraktan geldik toprağa gidiyoruz.

Karnımda kelebekler pogo mu yapmakta,
Yoksa yediğim kedi mi vicdanımı ya da midemi içten içe kemirmekte olan ?
Evet, bu durumda anlıyoruz ki ya aşık olduk ya yamyam.
Zaten belliydi lan bi iki önceki yazımdan where is the cat falan?
Her iki yönden de etti mideyi tarumar Aidablake nam ozan.
*alkış*alkış*alkış*